İlk Film Yıldızını Nasıl Unuttuk?

Şunu hayal edin: 1900’lerin başı, sessiz film dönemi hala yeni yeni duyulmaya başlıyor ve film yıldızları tek boynuzlu atlar kadar efsanevi. Destansı bir kariyere başlamak üzere olan ve sonraki otuz yılını 300’e yakın filmde oynayarak geçirecek olan “ilk film yıldızı” Florence Lawrence da onlardan biri. Ona gelene kadar hiçbir Hollywood oyuncusunun adı beyazperdeye yansımadı; onlar sadece titreyen çerçevelerdeki yüzlerdi ve çalıştıkları film stüdyolarının adından sonra “Biyografi Kızı” veya “Vitagraph Kızı” olarak anılıyorlardı. Ancak Florence Lawrence çığır açan çekiciliğiyle tüm bunları değiştirecekti ve perde arkasında öylece oturup güzel görünmekle kalmayacaktı. Lawrence boş zamanlarında herkesi şaşırtan bir patent listesi icat etmek için zekasını kullandı; bunların arasında ilk “otomatik sinyal kolu” da vardı ve bu da ona tarihte kayda değer bir yer kazandıracaktı. Hayat hikayesi ihtişam, yenilik ve en sonunda da sonunda ona isimsiz bir mezardan başka hiçbir şey bırakmayan yürek burkan talihsizliklerle dolu bir hız treni gibi. Bandı Florence Lawrence’a saralım.

1886’da Hamilton, Ontario’da doğan Lawrence’ın film endüstrisine girişi kaçınılmazdı. Annesi Charlotte Bridgwood da bir performans sanatçısıydı. Florence’ın sahneye ilk çıkışını henüz üç yaşındayken olduı, ardından annesinin şirketiyle turneye çıktı ve performansın inceliklerini öğrendi. Daha sonra kariyerine 1906 yılında Vitagraph Company’de başladı ve 38 sessiz film çekti ancak büyük çıkışını Biograph Studios’a katılmasıyla yaşadı. İlk gangster filmlerinden biri olan “Kara El” (1908) ve çocuğunu kurtarmak için kartalla savaşan bir anneyi canlandırdığı “Kartal Yuvasından Kurtarıldı” (1908) gibi filmlerdeki performansları itibarını pekiştirdi. Çok yönlü ve büyüleyici bir aktrist olması ona “Biyografi Kızı” lakabını kazandırdı.

Lawrence’ın film endüstrisine girişi oyuncuların işleriyle itibar görmediği, yalnızca “oyuncular” olarak bilindiği ve filmlerin genellikle başlıksız gösterildiği bir zamana denk geldi. Bu ilk yıllarda stüdyolar, oyuncuların tanınması ve popüler olması durumunda daha yüksek maaş talep edeceklerinden korkuyorlardı. Bazı oyuncularsa kariyer tercihlerinin toplumda hala hoş karşılanmadığı bu dönemde anonimliği bilhassa tercih etti. Lawrence’ın yüzünün ülkede en tanınan yüzlerden biri haline gelmesine rağmen kimliğinin halktan gizli tutulmasının sebebi de buydu. İzleyiciler Florence’ı seviyordu ama yüzün sahibinin ismini bilmiyorlardı; ta ki 1910’da Bağımsız Hareketli Resimler Şirketi’ne (IMP) geçene kadar. Stüdyonun kurucusu ve kurnaz bir iş adamı olan Carl Laemmle izleyicileri çekmek için oyuncuları yıldız olarak tanıtmanın potansiyelini gördü. Cesur bir tanıtım gösterisiyle Lawrence’ın trajik bir şekilde öldüğüne dair bir söylenti yaydı. Dedikodu yeterince yayınlınca Laemmle dramatik gerçeği ortaya çıkardı: Florence hayattaydı ve aynı zamanda IMP ile sözleşme imzalıyordu. Lawrence’ı halka açık bir şekilde adlandırarak endüstri normlarını kırdılar ve Hollywood’daki yıldız sistemi için bir emsal oluşturdular. Lawrence kendi adıyla fatura alan ilk Amerikalı aktris oldu ve bu, film yıldızlığının doğuşunu işaret ediyordu. Adı tek başına gişe rekorları kırdı ve hayranları tarafından sık sık saldırıya uğradı.

Hollywood’u başlatanlar büyük ölçüde kadınlardı. Yüz yıl önce kadınlar üretimin neredeyse her alanında yer alıyor ve sektörde kilit pozisyonlarda bulunuyorlardı. 1911 ile 1925 yılları arasında telif hakkıyla korunan filmlerin yarısının kadınlar tarafından yazıldığını biliyor muydunuz? Florence sadece oyunculuk yapmakla kalmadı, aynı zamanda kamera arkasında çalıştı; film yönetti ve yapımcılığını üstlendi. Çalışma ahlakı ve yaratıcılığı dönemin cinsiyet normlarına meydan okuyan güçlü, bağımsız kadın karakterleri canlandırdığı “The Lady Leone” (1912) ve “The Country Girl” (1915) gibi filmlerde açıkça görülüyordu. Florence aynı zamanda sette de cesur bir oyuncuydu. Aksiyonun mümkün olduğunca gerçekçi görünmesini sağlamak için hayatını ve uzuvlarını riske atarak moda olmadan çok önce kendi gösterilerini gerçekleştirdi.

Ancak gerçekçiliğe olan bu bağlılığın ağır bir bedeli vardı. 1915’te “Pawns of Destiny” filmini çekerken sahnede çıkan yangın yüzünden ciddi yanıklar yaşadı ve omurgası kırıldı. O zamanki işvereni Universal tıbbi masraflarını karşılamayı reddetti ve onu maddi ve fiziksel olarak perişan halde bıraktı.

Lawrence’ın yaratıcı zihni, oyunculuk becerileri kadar çevikti. Hollywood’un ışıltısı ve ihtişamının dışında mekanik bir dehaya benziyordu. Kendi annesi bir çeşit ön cam sileceği icat etmişti. 1900’lü yılların başında otomobilin ortaya çıkışı toplum için yeni tehlikeleri beraberinde getirmiş, 1920’li yıllara gelindiğinde ise trafik kazaları herkes için önemli bir endişe kaynağı haline gelmişti. Florence tutkulu bir sürücüydü. Bunda özellikle araba kullanmanın kadınların özgürlüğünün sembolü haline gelmesinin etkisi vardı. Ancak sürücüler arasındaki iletişim araçlarının eksikliğinden dolayı hayal kırıklığına uğramıştı ve başka birinin bunu yapmasını beklemek yerine modern dönüş sinyalinin öncüsü olan ilk “otomatik sinyal kolunu” icat etti. Ayrıca, yavaşladığında arkasındaki sürücüleri uyaran hayati bir yenilik olan ilk mekanik fren sinyalini de tasarladı. Ancak iş dünyasının patronundan çok sanatçı olan Florence, bu hayat kurtaran cihazların patentini hiçbir zaman almadı. Sonuç olarak dünya çapında otomobillerde standart hale gelen icatlarından ne itibar ne de kar elde etti.

Hem film hem de otomotiv güvenliğinde çığır açan katkılarına rağmen Florence Lawrence’ın kariyeri, 1915’te sette geçirdiği kazadan sonra hiçbir zaman tam anlamıyla düzelmedi. Geri dönüş yapmaya çalıştı ancak film endüstrisinin değişen gidişatı ve artan sağlık sorunları, bunu çetin bir mücadeleye dönüştürdü. 1920’lere gelindiğinde hızla ilerleyen bir endüstri tarafından unutulmuştu.

Kaderin acımasız bir cilvesi olarak Lawrence’ın hayatı umutsuzlukla sona erdi. 1938’de kronik ağrı ve depresyondan mustaripken karınca zehri kullanarak intihar etti. Bir zamanlar etrafını saran parlak ışıklar ve hayranlıkla tam bir tezat oluşturan, isimsiz bir mezara gömüldü. 1991 yılında, yani elli yılı aşkın bir süre sonra film camiası nihayet onun katkısını kabul etti ve mezarına “İlk Film Yıldızı” yazıldı. Hikayesi şöhretin geçici doğasının ve çoğu zaman gözden kaçan, tanınmayan parlaklığın dokunaklı bir hatırlatıcısı oldu. Ancak onun hayatında Hollywood’un altın çağının ışıltısını ve fikirleriyle insanları yollarda güvende tutmaya devam eden bir yenilikçinin isimsiz dehasını görüyoruz.

kaynak

tr_TRTurkish